top of page
Blog: Blog2

Dünya 

  • Yazarın fotoğrafı: Muhammed Emin Akbaş
    Muhammed Emin Akbaş
  • 23 Kas 2019
  • 8 dakikada okunur

Korkuyorum. Kırk yaşındayım ama hâlâ korkuyorum. Bir saat önce her şey normal fakat şimdi her şey berbat. Ne kadar tuhaf ve sürprizlerle dolu bir Dünya. Ne kadar tuhafta olsa biz İnsanlar Dünya’mızı seviyoruz. Hani derler ya insan sevdiğiyle uğraşır diye. Ne yazık ki bizde öyle yapıyoruz, sevdiğimizi yok ediyoruz.

İşten evime geldim yemeğimi yedim her şey çok güzel. Bir anda alarm çalmaya başladı.

Erken uyarı sistemimiz. Hemen televizyonlarda acil yayın başladı. Venüs yörüngeden çıkmış

bize doğru geliyor! Bunu 60 yıl önce 2020’de söylesem bana gülerlerdi. Beklide deli

hastanesine alınabilirdim. Ancak ne kadar yazık ki şuan bunu hiç kimseye söylemeye ihtiyaç

yok çünkü herkes biliyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Hapishaneden kaçılır, okuldan,

kurstan, evden, cezadan…

Ama Dünya’dan nasıl kaçacağız! Neyse ki altı ayımız var bunu başarmak için yahut ölmek için sadece altı ayımız.

Herkes bağırıyor, ağlıyordu televizyonlar gelişmeleri aktarıyor, bilim adamları hem ağlıyor hem düşünüyordu. Bense iki yaşında bir bebek gibi korkuyor ve “Anne, anne” diye bağırmak istiyorum. Bir dakika, ben bu duyguyu hatırlıyorum bu tarz bir şey 35 yıl önce de olmuştu. 35 yıl öncede korkuyordum. Çünkü bu kez ise zaten az kalan kara parçalarının da sular altında kalacağını söylüyorlardı iki ay içinde. İlk kez ölüme bu denli yaklaştığımı düşünmüştüm, yanılmışım. Önceden hazırlıklı birileri varmış ki kurtulmuştuk ancak sadece İnsanlığın %40’ı…

Yine işimden evime geliyorum. Artık eskisi gibi trafik falan yok. Arabayı da ben sürmüyorum. Kahvemi yudumlarken girecek olduğum yaz tatiliyle ilgili hayal kuruyorum. Dünyamızda kurulalı 50 yıl olan erken uyarı sistemi hiç kullanılmamıştı, keşke kullanılmaya gerekte kalmasaydı.

Alarm verildi. Acil durum prosedürü gereği arabalarımız belirtilen noktaya vardı. Askerlerimiz sakin olun diyordu ama ne fayda kimse sakin olamıyordu. Büyük bir alarm verildi ve ben evime bile gidemeden, ailemden haber dahi almadan bir yere getirildim ve bana söylenen tek şey sakin olmam gerektiği. Bekleyiş sona erdi ve yetkili biri konuşmaya başladı. Konuşmasında şu cümleden sonrasını tahmin ediyorum ki kimse dinleyemedi: “Yıllardır gerçekleşeceği umulan küresel iklim değişikliğinde artık sona geldik. Dünya’daki yarıdan fazla insanın umursamadığı bu felaket, insanların yarısının sonu olmak üzere.” Dünya’da kara parçası denilen bir şey kalmayacaktı! Ölümü şah damarımda hissetmiş, onunla aynı nefesi solumuştum. Belki de iki ay sonra soluyamayacağım o nefesi.

Birileri bu iklim şeysini bizden biraz daha fazla ciddiye almış ki ona minnettarız. Keşke daha öncesinde birileri ciddiye alsaymış. Bu adam Atlas okyanusunda yüzen yapay adalar, yapay yaşam alanları inşa ettirmiş, ülkelerle iş birliği yaparak. Kendi kendine yetebilen adalar. Ancak bu adaların kendi kendine yetebilmesi için belli bir kapasitesi var maalesef. Bu adi kapasite yüzünden insan ırkının yarısı ölecekti. Sıra bu adalara gidebilecek kişilere geldi. Seçme işleminde ne para ne de soyadı önemli değildi. Kriter sahip olduğu mesleklerdi. Doktorlar, bilim insanları, çiftçiler, biyologlar, kimyagerler gibi meslekler. Her meslekten belli sayıda, en iyileri. Bu bir çeşit ayrıştırmaydı. Belki de ırkçılık gibi bir şey ama ırklara göre değil kaliteye göre bir ayrıştırma ve bu kez yapılması zorunda bir ayrımcılık. Her kişinin “kalitesine” göre yanında kişi alma sayısı vardı. Benim bir uzay bilimci olarak 5 kişi hakkım vardı ve tüm ailemi götürebildim. Geçen senelerde bir çocuğum olacaktı ama eşimin karnında ölmüştü. Ne kadar üzülmüş ve hayattan ümit kesmiştim halbuki her şerde bir hayır vardır. Eğer çocuğum doğsaydı, ailem arasında bir seçim yapmak zorunda kalacak ve sonuç olarak ailemden birini öldürmüş vicdanı çekecektim. Neyse ki ben ailemi kurtarmıştım ama herkes benim kadar şanslı değildi. Eşini, annesin, babasını hatta çocuğunu ölüme terk etmek zorunda ya da ailecek ölümü beklemek zorunda kalanlar oldu.

Bizlerin evimize girmemize izin vermediler güvenlik için, ailemle buluşturup gemilere bindirdiler. Şimdi diyebilirsiniz deprem mi bu eve niye giremiyorsunuz diye, sebebi şu: gemilerde yer açılabilmesi için kaostan faydalanıp toplu suikastlara yeltenilebilecek olması. Zaten gemilere saldırı vesaire olmadan hemen bir nevi Dünya’yı terk ettik. Her şey çıkmaza girmiş gibiydi ilk başta ama şuan ailem yanımda ve güvenli yeni bir Dünya’ya açılıyorduk. Arkamıza baktığımızda hala ana karadaki inlemeler, çığlıklar ve ağlaşma sesleri duyuluyordu. Ölüme terk edilmişlerdi. Öncemizde yaşayan insanların duyarsızlığı yüzünden bugün insanların yarısı ölüyordu. Yeni yuvamıza vardık ve harika bir yer gibi duruyordu. Her şey çok lüks ve moderndi. Adeta bir tasarım harikasıydı. Gider gitmez işe başladık zaten meslekler özenle seçildiği için herkesin görevi hazırdı. Tam öldük dediğim an dirilmiştik. Ölecek insanları unutmuş, normale dönmüştük. Sonuçta “Hayat Devam Ediyor ve Devam Etmeli.”

Yaklaşık iki – iki buçuk ay sonra ana karayla ilgili o kara haber geldi. İnsanlığın yarısı eziyet içinde boğularak can verdi. Artık Dünya üzerinde gerçek bir kara parçası yoktu. Aynı zamanda insanlığın yarısı da yok olmuştu. Ana karadan ayrılalı 35 yıl olmuştu ve her şey çok güzel hayat huzurlu ve moderndi. İnsanlık kendi kendine yetiyordu. Hem de Dünya’ya hiç zarar vermeden. Gerçi tam olarak zarar verecek bir Dünya’da yok sayılır. Ta ki evde otururken, yine o alarm çalana değin.

Bu sefer Dünya’dan tamamen kaçmamız gerekiyordu. Dünya ile aynı boyutlarda bir lav gezegeni üzerimize geliyordu.

Ben uzay bilimciyim ancak böyle bir şey olabileceğini hiçbirimiz tahmin etmiyorduk. Dünyamız bir iki kez meteor düşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı ancak bunlar bir gezegen değildi. Bu meteorları da daha uzaydayken yok etmeyi başarmıştık. Bu defa ne yapacağımız bilmiyoruz. İnsanlar korku ve endişe içinde gözlerini Dünya, uzay ve havacılık dairesine yani bize çevirmişti. Tek ümitlerinin biz olduğunu düşünüyorlardı fakat bilmiyorlardı ki bende en az onlar kadar korkuyorum. Korkuyorum İnsanlığın yok olmasından korkuyorum. Bu Dünya’da rahat rahat korkmaya bile fırsat yok. Derhal toplantıya çağırıldım. Herkes toplantı masasında oturmuş tartışıyordu. Önceden ki gibi kimsenin hazır bir planı yoktu. Dedim ya hiç beklemiyorduk. Bu felaketten kurtulmak için tek çözüm Dünya’yı terk etmek ve başka bir gezegende yaşamaktı. Ya da burada ölmek. Mars görevlerimiz olmuştu ve devamda ediyordu ama tüm insanları taşımayı düşünmemiştik. Şuan orada 50 kişilik bir araştırma ekibi çalışıyor ve cam bir fanus biçimli insan yaşamına uygun bir yer hazırlamaya gayret ediyor. Eğer başka hiçbir çözüm bulamasak çok az bir kısım oraya gidileceğine dair bir felaket senaryosu planı oluşturduk ama hâlâ asıl bir plan yok. Derhal İdare edilebilecek sektörlerdeki çalışanlar roket yapımı ve benzeri işlere yönlendirildi. Dünya’dan kaçmak için sadece altı ayımız var, sadece altı ay…

O felaket’e sadece 15 gün kaldı. Aylardır elektrik yok. Roket bataryalarını doldurmak için. Aylardır sadece sentetik yemek yiyoruz. Tarımsal ürünleri çoğaltmak amacıyla Mars’a götürmek için. Son üç aydır Venüs’ün Dünya’ya yaklaşması sebebiyle gezegen fonksiyonları bozulmaya başladı. Gece ve Gündüz birbirine karıştı, havalar bir ısınıyor bir soğuyor, her şey karman çorman bir hal almaya başladı. Son bir aydır 8 saate bir roketler Mars’a ekipman ve malzeme taşıyor. Bu insanlığın Mars’a taşındığına şahit olmak hem gurur verici hem de üzücü ve korkutucu. Son ve Büyük taşınmanın başlamasına son 10 gün kaldı.

Son hazırlıklar tamamlandı. Daha önce çok kez insanlı Mars uçuşu yaptık ama hepsi eğitimli, adeta birer askerdi. Bu kez ise kadınlar, çocuklar, bebekler… Herkes. Tam bir ölüm kalım savaşı. O kadar fazla negatif olasılık var ki. Roket kalkarken patlayabilir, iniş yaparken patlayabilir, yolda bir şey çarpabilir, motor bozulabilir ve en önemlisi de: herkes sağ salim varsa bile orda nasıl yaşam süreceğiz? Kimse bilmiyor. Bir bir roketleri fırlatıyoruz. Saat başı iki roket! Artık Venüs o kadar yaklaştı ki gündüzleri fırlatamıyoruz çünkü gündüzleri Venüs fırlatacağımız yerin tam üstünde oluyor yani bir nevi yolumuzu kesiyor. Bu arada üç aydır güneş yüzü göremiyoruz.

Roket sayımız yeteri kadar var sayılırdı. Roketler Mars’a gidiyor ve orda kalıyordu. Sadece 5 roket eksiğimiz var. Bu eksiği ilk giden 5 roketi son gün geri getirmeyi planladık. Bu 5 rokete de fırlatmalarla biz ilgilendiğimiz için en son bineceğiz. Hava gittikçe ısınıyor ve Dünya’yı bir kıyamet havası sarmaya başlamıştı.

Ufak bir çabalama ile ailemi yüksek yönetim kurulunun bineceği roketlerden birin bindirmeyi başardım. Yani sevdiklerim en güvenli uzay gemisinde olacaktı. Sıra onlara geldiğinde güzelce vedalaştım ve orada kimi bulmaları gerektiğini anlattım. Dünya, uzay ve havacılık dairesinde çalışmamın avantajları ailemi en iyi şekilde Mars’a aktarabilecek olmam fakat dezavantajı ise en son gidecek olmam. Ailem en iyi koşullarda Mars’a doğru yol alırken içim rahattı. Son roketi de gönderdik. Artık sadece biz uzay bilimciler kalmıştık, vatandaşlar Mars yolunda veya Mars’a varmıştı bile. İnsanlık tarihinin en büyük göçüne şahitlik ediyorduk. Umarım bu şahitliklerimi anlatabileceğim birileri olur. Venüs çarpışmasına son 2 gün kaldı.

Mars’taki merkez üsten haber geldi. 5 gemiyi yolladıklarını bildirdiler. Ancak bir problem var. Daha önce Mars’ta hiç güneş pilleri ile batarya doldurma fırsatımız olmamıştı. Bu yüzden zaman planlamadı bir sorun çıktı. Bataryalar hesaplarımızdan 5 saat daha geç dolacaktı. Fakat zaman olmadığından Mars üssünden yetkililer bataryalar dolmadan 5 saat daha erken göndermek zorunda kaldılar. Yani yarım bir depoyla gemilerin Dünya’ya gelmesi ve daha sonra tekrar Mars’a gitmesi gerekiyor. Hemen hesaplamalarımızı yaptık. Fakat gemilerin Mars’a gidebilmesi pek mümkün görünmüyordu.

Derhal üstlerimizle görüşmeye başladık. Ancak Dünya’da şuan kullanabileceğimiz herhangi bir kaynak yoktu. Zamanda yoktu, çarpışmaya son 1 gün kaldı ve bizim 6 saat içinde yola çıkmamız gerekiyordu. Roketler Dünya’ya vardı. Son hazırlıkları yaptık ve Dünya’dan son ayrılanlar olarak yola çıktık. Fakat problem hala devam ediyor. Gemilerimiz yarı yolda kalacaktı. Henüz bir karar vermemiştik. Gemide giderken 3 ay aradan sonra uzay gemisinin camından Güneş’i gördüm. Gerçekten özlemişim Güneşi. Dünya’ya da belki de son kez baktım ve el salladım. Gözümden akan yaşlar acınası halimiz içindi. Bize milyarlarca yıldır annelik yapan Dünya’yı berbat etmiş ve terk ediyorduk. Dünya ise pencerenin camından “Beni bırakıp nereye gidiyorsunuz” dercesine bakıyordu. Bir an “keşke yola çıkmasaydım ve bu fedakâr Dünyamız ile birlikte yok olsaydım” dedim. Ama ne fayda can bu tatlı oluyor işte, vazgeçemiyorum insan. Ya Mars’ı da bu hale getirirsek? Diye bir soru gelmiyor değil insanın aklına. Uzay gemilerimizde her şey gayet güzel yolunda demek isterdim fakat ne yazık ki değil. Mars’ta tüm beyinler toplanmış, orda hayata başlamayı bir süre ertelemiş ve bizim için düşünüyor ve çalışıyorlar demekte isterdim ama maalesef buda değil. İnsan aynı zamanda bencil de oluyor. Birkaç kişi dışında kimsenin umurunda değiliz. Oradaki tüm insanları oraya biz yolladık. Fırlatma emirlerini biz verdik. Roketleri biz tasarladık. Mars hayatı ile ilgili biz planlamalar yaptık. Ama kimsenin umurunda değiliz. Bu aynı zamanda ahmakça da bencillik. Ya bir gün bize tekrar ihtiyaç duyarlarsa! Ya Mars’tan da kaçmak zorunda kalırsak… Yine kendi işimizi kendimiz halletmek için çalışmaya başladık. Gemilerde elektrik harcamasını en az seviyeye indirdik fakat bu bizi fazladan en fazla 100 metre götürebilirdi. Başka bir çözüm gerek idi. İçimizden biri 5 gemideki insanları 2 gemide toparlamayı ve kalan 3 geminin bataryalarını 2 gemiye aktarma önerisini sundu.

Denenebilirdi ancak hayattaki her şeyde olduğu gibi buda riskliydi. İki gemiye ağırlık fazla geleceğinden iniş pekte hoş olmayabilirdi. Başka hiçbir fikir olmadığından uygulamaya koyulduk. İki ana gemi belirledik ve 5 gemiyi birleştirip o 2 gemiye topladık. Bataryaları da aktardıktan sonra 3 gemiyi boşluğa bıraktık. Gemi ağırlaşsa da motorların kuvveti yeterli geliyordu tek sorun iniş nasıl olacaktı?

Gemilerin inişi yavaşlatmak için tasarlanmış motorları bu ağırlığı kaldıramayacak ve sonuç olarak yeterli bir şekle yavaşlayamayıp daha yüksek bir hızla Mars’a inmek zorunda kalacağız. Teoride bu şekilde fakat bizi şuan itibariyle ilgilendiren: sert inişten sonra bilançonun nasıl olacağı. Mars’a varmak üzere olduğumuzu anlayıp pencereye yöneldim. Yıllardır uzay bilimciliği yapıyorum. Mars’a birçok insan gönderdim ama kendi gözlerimle ilk defa o an gördüm. Harika bir şey olmasıyla birlikte biraz da ürperticiydi. Yaşamımın sonuna kadar orada kalmak biraz göz korkutuyordu.

Sonunda iniş anı başladı. Motorlar bizi tutmaya çalışsa da yeterli olamıyor, hızımız yavaşlamıyordu. Tıpkı teorideki gibi. Bu andan sonra yapılabilecek hiçbir şey yok. Sarsıla sarsıla tabana yaklaşırken gözlerimi kapattım. Yine korkuyordum. Ölmekten de korkuyordum, aylardır sırt sırta terlediğim can dostlarımı gözümün önünde kaybetmekten de. Yere çakıldığımız an çıkan sesten kulaklarım işitmez oldu biran. Yüzeyle çarpıştıktan sonra hiçte iyi şeyler olamadı. 2 gemideki 500 insan etrafta savrulmaya başladı. Gemilerde dev delikler açıldı. O sırada kaskı kırılan herkes kuru ve oksijensiz hava yüzünden saniyede öldü.

Dostlarım bir bir ölüyor bense sadece bana da bir şey olacak mı diye pusmuş bekliyorum. Bu 5 gemiyi 2 gemiye toplama fikrini veren dostum ise kollarımın arasında eli yüzü darmadağın can verdi. Buradan kurtulacak olanların kurtarıcısı oldu ama kendisi kurtulamadı. Elleri ve parmakları kopan insanlar o kadar fazlaydı ki daha fazla gözlerimi açık tutamadım. Kafama aldığım bir darbeyle de bayıldım.

Uyandığımda kaskımda bir delik yok ve yaşıyordum. Ama insan cesetlerinin içinde kalmışım. O kadar çok insan öldü ki. O 500 kişiden sadece 11 kişi gemilerin dışına çıkabilmiştik ceset yığınlarının içinden. Gemiden kendimi dışarı atar atmaz yere yığıldım, kurtulan o 11 insan gibi…

Uyandığımda hastane olarak düzenlediğimiz gemideydim. Başımda doktorlar ve ailem vardı. Neyse ki sapa sağlamlardı. Herkes öyleydi. Sadece bu sağlam insanların selameti için can veren o 489 kişi hariç. Onlar için bir mezarlık dahi yapılmadı. Ne kadar çabalasam da olmadı, kabul ettiremedim. Uzay boşluğuna adeta bir çöp gibi fırlattılar o fedakâr insanların cansız bedenlerini.

Uyandıktan bir iki saat sonra Dünya ile ilgili o haber geldi. Artık Dünya ve Venüs adında bir gezegen yoktu. Ders kitaplarında artık Dünya ve Venüs ölü gezgen olarak geçiyorlar. Bizde Mars’ta bile olsak bu çarpışmayı bir sarsıntı olarak hissettik. Bir zarar olmadı neyse ki. Mars’ta hayat kurma işleri çok iyi gidiyordu. Hatta ilerleyen zamanda bir atmosfer bile oluşturulabileceği araştırmalarla ispat edilmeye çalışılıyordu. Her hafta bir fanus inşası bitiyor ve koloniler kuruluyordu. Artık bizler birer “Marslıydık.”

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


Abonelik Formu

  • instagram
  • twitter
  • youtube
  • generic-social-link

©2020, Muhammed Emin Akbaş tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page