top of page
Blog: Blog2

Hazine 

  • Yazarın fotoğrafı: Muhammed Emin Akbaş
    Muhammed Emin Akbaş
  • 17 Kas 2019
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 18 Kas 2019

Takvimler 1986 yılının aralık ayıydı. Bursa’nın bir köyünde yaşayan üç kişilik çekirdek bir aile vardı. Hem salon hem de mutfak olarak kullanılan sobalı bir odası birde tüm ailenin yattığı bir yatak odası vardı. Çekirdek ailede baba tüccar Halit Bey, anne Zeynep Hanım ve birde 18 yaşında Nesibe vardı. Ailenin geçimini sağlamak için Halit Bey’in büyük büyük dedelerinden kalma Osmanlı tapulu bir zeytin bahçesi vardı. Halit Bey’in asıl işi lakabından anlaşılacağı üzere ticaretti. Bursa’ya gelen kelepir malları alır, kar edebileceği yerlere götürüp satardı. Zeynep Hanım çok şükrederdi. Hiçbir şeye iyi veya kötü demezdi. Nesibe ise hayatından memnundu ama hedefleri yüksekti. Zengin olup İstanbul’ da şehirli olarak yaşamaktı. Birde dikiş yapmayı severdi. Bir pazar sabahı herkes erkenden kalkmış kahvaltı yapıyordu. Kahvaltıda bolca zeytin, zeytin bahçeleri olduğu için, bir dilim peynir iki tane köy çöreği birde çay vardı. Kahvaltısını yapan Halit Bey çarşıya gitmek için hazırlanmaya başladı. -Hanım ben bir çarşıya bakmaya gidiyorum. Hadi Allah’a ısmarladık. -Güle güle bey. İşin rastgele. Çarşıda mavi çizgili kırmızı kamyonunu park eden Halit Bey etrafa bakınmaya başladı. Bir adam gördü. Gözleri kan çanağı olmuş vücudu oluk oluk terliyordu. İkide bir terini siliyordu. Önünde 26 çuval pamuk vardı.

-Selamünaleyküm.

-Aleykümselâm.

Halit Bey biraz da çekingen bir şekilde:

-Affınıza mağruren, çok stresli görünüyorsunuz yardım edebileceğim bir şey var mı?

-Sağ olasın birader. Bende beni dinleyecek birini arıyordum. Afyon’da pamuk yetiştiriyorum. Pamuklarımı topladım Bursa’ya yani buraya getirdim. Biraz burada satıp geri kalanı da Karadeniz’e götürüp orada satacaktım. İki saat önce de babamı aradım. Sesi çok kötüydü. “Çok hastayım oğlum ne olur gel.” diyor başka bir şey demiyordu. Bende bu pamukların hepsini zararına olsada satmaya çalışıyorum. Babamı yalnız bırakamam.

Halit Bey şöyle bir düşündü. “Eğer bu pamukları alıp Karadeniz’de ben satarsam hem kara ederim hem de hayra girerim.”

-Geçmiş olsun birader. Allah acil şifalar versin. Bende sana olabildiğince yardım etmek için bu pamukların hepsini alıyorum.

-Allah razı olsun beyim. Sen bana ve babama yardımcı oldun.

Allah da sana yardımcı olsun. Halit Bey kamyonuna çuvalları yükledi. En son birde kumaşçıya uğradı. Kızına krem rengi üzerine narçiçeği renginde puantiyeli bir kumaş aldı. Eve geldiğinde tahrana pişiren kızına hediyesini verdi. Nesibe babasının boynuna atladı ve teşekkür etti. Halit Bey kızını ve eşini böyle mutlu görünce huzur buluyordu. Halit Bey akşam yemeğinde ailesine çarşıda olanları anlattı. Ertesi sabah yola çıkmak için hazırlıklarını tamamladı. Hiç yanından ayırmadığı çakısını, çakmağını ve fenerini de her zaman olduğu gibi yanına aldı. -Haydi bakalım. Yolcu yolunda gerek. Allah’a emanet olun.

-Güle güle bey. Yolun açık olsun. Su gibi git, su gibi gel.

Halit Bey ailesiyle vedalaştıktan sonra kamyonuna bindi ve yola koyuldu. En son birde kornaya bastı. Zonguldak yakınlarında zifiri karanlık çöktüğünde Halit Bey’in yolunu yüzlerinde siyah beyaz maskesi olan silahlı eşkıyalar kesti. Halit Bey ne olduğunu anlar anlamaz bir hamle yaptı ve gaza bastı. Kamyonun önündeki eşkıya yolun kenarına savruldu. Diğer eşkıyalar ise hem kamyonun peşinden koşuyor hem de ateş ediyorlardı. Neyse ki isabet ettiremiyorlardı. Halit Bey “Paçayı kurtardım.” demeye kalmadan karşısında üç tane daha eşkıya gördü. Üçü de tüfeklerini Halit Bey’e doğrultmuş, nişan almışlardı ki iki el silah sesi geldi… Halit Bey uyandığında ormanın ortasında yerde yatıyordu. Şöyle bir doğruldu ve etrafına bakınmaya ve kendi kendine konuşmaya başladı. “Ne oldu bana? Nerdeyim ben? Kamyonum, kamyonum nerede?” Olayın şokunu atlatan Halit Bey yolu bulmak için yürümeye başladı. Az ileride kamyonunu gördü ama üstünden duman çıkıyordu. Koşarak yanına gitti. Etrafı çizilmiş, yamulmuş, pamuklar çalınmış ve Halit Bey’in canı kadar sevdiği kamyonu yakmışlardı. Halit Bey’in içi gitmişti. Yere oturdu ve kara kara düşündü. Bu olayında şokunu az da olsa atlatan Halit Bey yolunu bulmak için yürümeye devam etti. Yürümeye devam ederken bir anda şiddetli sağanak başladı. Bütün aksilikler üst üste geliyordu. Yağmurdan korunabileceği bir mağara buldu. “Acaba içerde ayı var mıdır?”diye bir düşündü. Ağaçların altına da girebilirdi ama yıldırım tehlikesi çok yüksekti. Son karar olarak “Mağarada ayı varsa bile kış uykusundadır.”dedi ve mağaraya girdi.

Mağarada bir takım kemikler vardı. Yanındaki feneri yakan Halit Bey mağaranın biraz daha derinlerine inmeye başladı. Mağara bitmiş gibi gözüküyordu. Biraz daha yakından baktı ve duvara biraz dokundu. Tahtalarla kapatılmış bir yer vardı. Büyükçe bir taş alıp tahtalara vurdu. Tahtalar çürüktü. Bu sebeple hemen kırıldı. Dar ve aşağı doğru inen uzun bir merdiven vardı. Halit Bey yanındaki fenere ve çakısına güvenerek aşağı inmeye başladı. Heyecandan, korkudan ve birazda soğuktan titriyordu. Sonunda aşağı inmeyi başardı. Kalın kalaslarla desteklenmiş bir tünele inmişti. Çakıldan yapılma duvarlarda çokça örümcek ağı ve envai çeşit böcek vardı. Duvarlarda asılı olan meşalenin bir tanesini çakmakla yaktı. Ve fenerin pili bitmemesi için meşaleyi eline aldı. Yavaş ve minik adımlarla yürüyordu. Yol ikiye ayrılıyordu. Sağ tarafta bir kapı vardı. Kırmayı denedi fakat bu defa kapı taş idi. Sol taraftaki yoldan yürümeye devam etti. Duvarda yılana benzer figürler vardı. Yolun sonuna geldiğinde dolaba benzer bir şey vardı. Dolapta anahtar biçimli bir alet vardı. Eğer anahtarı alırsa tuzak olabileceğinden şüphelense de merakına yenik düştü ve anahtarı yavaşça aldı. Kısa bir süre sonra aşağı indiği merdivenlerden güçlü bir ses geldi. Halit Bey hemen merdivenlere koştu. Merdivenlerden aşağı sekiz ya da daha fazla yılan iniyordu. Parlak pulları ve uzun gövdeleriyle merdivenlerden süzülüyor, uzun dilleriyle Halit Bey’e tıslıyorlardı. Halit Bey merdivenlerden yukarı çıkamayacağını anlayınca açamadığı kapıya doğru koşmaya başladı. Elindeki anahtarla kapıyı zorladı. Yılanların tıslamaları gittikçe yaklaşıyordu. Halit Bey büyük bir uğraştan sonra kapıyı açtı ve içerde ne oluğuna bile bakmadan içeri girip kapıyı kapattı. İçeride 4 tane sandık vardı. Elindeki anahtarla birinci sandığı açtı. Sandıktan bir anahtar çıktı. O anahtarla da diğer sandığı açtı. Böyle sandıkları aça aça en son sandıktan büyük bir anahtar buldu. Anahtarı alarak dar bir koridorda yürümeye başladı. En sonunda büyük bir kapı buldu. Kapı altın ve mücevherlerle süslüydü. Anahtarla kapıyı açtı ve gözeline inanamadı. Oda altından tepeciklerle doluydu. Bir sürü altın ve altın eşyalar vardı. Halit Bey cebine birkaç avuç altın doldurdu. Ve çıkış yolu bulmak üzere yine yürümeye başladı. Az ilerledikten sonra tavanda taş bir kapı gördü. Duvarda da bir kol vardı Halit Bey olabildiğince uzaktan kolu indirdi. Tavandaki kapı dört tarafından halatlarla bağlı bir şekilde bir makara sayesinde aşağı indi. Halit Bey taş kapının üstüne çıktı ve kolu kaldırdı. Makara kapıyı yukarı çekti. Yine mağaradaydı Halit Bey. Fakat ilerde bir ışık görünüyordu. Sonunda dışarı çıkmayı başarmıştır. Mağaradan çıkar çıkmaz meşaleyi yanar bir şekilde oraya koydu ve mağaraya girdiği yeri işaretledi. İleride bir yerde duman tüttüğünü gördü. Bir köy bulmuştu. Hemen ilk bulduğu arabayla Zonguldak merkeze gitti. Yanındaki altınların parasıyla üç tane kasalı kamyon kiraladı, el arabası aldı. Birde gücü yerinde gariban bir işçi kiraladı. Kamyonları teker teker mağaranın çıkışına götürdüler. Oradaki makaranın da yardımıyla altınları kamyona yüklediler. İşçiye payını Halit Bey altınları yavaş yavaş farklı kuyumcularda bozdurdu ve banka hesabına yavaş yavaş yatırdı. Bu süreçte Halit Bey tamamen kapattırdığı küçük bir otelde kalıyor. Kamyonları da otelin otoparkında saklıyordu. Ailesine de bir mektup göndermiş. İyi olduğunu sadece bir iş daha bulduğunu bu işin yaklaşık yedi sekiz ay süreceğini söylemişti. Altı ay sonunda Halit Bey bütün altınları paraya çevirmiş banka hesabına yatırmıştı. Bir Mercedes aldı ve Bursa’daki evin kapısına geldi. Kornaya basmaya başladı. Nesibe ve Zeynep Hanım kapıdaki arabanın içindekinin Halit Bey olduğunu görünce çok şaşırdılar. Halit Bey kamyonun gaspa uğradığını, bir mağarada hazine bulduğunu ve artık zengin olduklarını ailesine anlattı. Nesibe’nin hayalleri gerçek olmuştu. Babasının da söylediğine göre artık zenginlerdi ve İstanbul’a taşınacaklardı.

Zeynep Hanım evi, zeytin bahçesini ve tavuklarını güvendiği bir komşusuna emanet etti. Yıllardır yaşadıkları ev ile vedalaşan aile Mercedes’e binip İstanbul’a doğru yola koyuldu. Nesibe’nin de çok isteği üzere Üsküdar tarafından İstanbul manzaralı, havuzlu, çok geniş, lüks bir ev satın aldılar. Evi Halit Bey kendi üzerine almıştı. Şimdi ise sıra evi doldurmadaydı. Aile her gün alışverişe çıkıyordu. Herkes kedi odasını doldurmak için eşya bakıyordu. Ortak odaları ise beraber karar veriyorlardı. İki haftanın sonunda evi doldurmayı başarmışlardı. Eşya eksiklikleri tamamlanmıştı ama Nesibe eğlence amaçlı alışverişe çıkıyordu. Alışverişlerde kendine zengin arkadaşlar bulmuştu. Her gün arkadaşlarıyla buluşuyor kahve içiyor kuaföre gidiyordu. Paraya para demiyor orası benim, şurası senin geziyordu. Kendine birde sevgili yapmıştı. Halit Bey ise arabasıyla İstanbul’u dolaşıyordu. Nesibe’den farklı olarak tarihi yerleri geziyordu. Zeynep Hanım bu şehir hayatını hiç sevmemişti. Sadece evde oturuyordu. Ama evde otururken bile şehirde olmayı sevmediğini sürekli dile getiriyordu. Bu şehir hayatının tüm aileyi dağıttığını söylüyordu. Bu böyle birkaç hafta daha devam etti. Bir gün Halit Bey eve normalden biraz erken geldi. Evde Nesibe yoktu. Saat gece yarısı olmuştu fakat Nesibe eve henüz gelmemişti. Eşi Zeynep Hanım’a her gün böyle olup olmadığını sordu. Meğer Nesibe her gün eve geç geliyordu. Nesibe eve geldiğinde elinde bir sürü poşet vardı. Hepsi işe yaramaz ıvır zıvırlar dan ibaretti.

-Kızım saatten haberin var mı? Neredesin sen? Hem bu aldıkların da ne?

-Arkadaşlarımla beraber alışverişteydik. Biraz fazla dalmışız. Özür dilerim.

-Ama öğrendiğime göre her gün eve geç geliyor ve yığınla eşya alıyormuşsun.

-Özür dilerim baba. Bir daha olmaz. Halit Bey kızına tam olarak da inanmamıştı. Ertesi gün onu takip etmeye başladı. Arkadaşlarıyla buluşmuştu. Artık alacak bir şey kalmadığından işe yaramaz şeyler almaya devam ediyordu. Restorana giriyorlardı. Her şeyi iki porsiyon istiyor yarısını dahi yiyemiyordu. Halit Bey eve dönünce kızıyla tekrar konuştu. Çok fazla israf ettiği konusunda onu uyardı. Ve birde kızını takip etmesi için adam tutmuştu. Halit Bey kızıyla iki güne bir konuşuyor fakat Nesibe yaptıklarından vazgeçmiyordu. Halit Bey eve geldiği bir gün elindeki çöpü atmak için çöp kutusunu açtı ve pamukları aldığı gün büyük bir hevesle kızına aldığı kumaşı çöpte görünce yıkıldı. Kızının yanına gitti. -Bu kumaşı sen mi çöpe attın Nesibe!

-Şeyy… Evet, ben attım zaten istersek tekrar alabiliriz. Hem artık çok ta hoşuma gitmiyor. Halit Bey büyük bir üzüntü, kırgınlık ve öfkeyle dışarı çıktı. İki hafta sonra Nesibe’nin sevgilisi Nesibe’yi istemeye geldi. İşsiz güçsüz bir adamdı. Kızını böyle bir adama vermek istemiyordu. Fakat Nesibe’nin adama kaçmasından korkuyordu. Bu yüzden vermek zorunda kaldı. Bir ay sonra evlendiler. Adamın işi olmadığından Halit Bey’in parasını yiyordu. Halit Bey Nesibe’ye çok kırgın ve öfkeliydi. Aradan bir yıl geçti. Halit Bey’in bulduğu hazine gittikçe azalıyordu. Halit Bey’in düşündüğünden daha fazla para harcanıyordu. Halit Bey parayı nasıl daha iyi kullanabileceğini düşünürken bir postacı geldi. Gelen postada “devlet arazisinde bulunan bir tarihi esere zarar vermenin ve tarihi eser kaçakçılığı yapmanın cezası olarak tarihi eserin değerinin iki katı kadar nakit ödeme, nakit yok ise tüm mal varlığına el konulmaktır. “diyordu. Halit Bey’in bu kadar nakit parası yoktu. Halit Bey çılgına dönmüştü evin içinde bağırıyordu. Eğer bencillik etmeyip de evi eşinin üzerine satın alsaydı eve haciz gelemezdi. Bunun pişmanlığını yaşıyordu. Kimseye hiçbir şey anlatmıyor, anlatamıyordu. Bir hafta sonra haciz memurlarının gelmesiyle tüm aile olanları anlamıştı. Zeynep Hanım bu Bursa’ya tavuklarının, huzurlu evinin, zeytin bahçesinin yanına döneceğine çok sevinmişti. Zaten bu şehir denen yeri hiç sevmemişti. En mutlu ve sakin Zeynep Hanım olduğu için Halit’i ve Nesibe’yi teselli etmeye çalışıyordu. Nesibe etrafta bağırıyor, eşyaları vermemek için direniyordu. O gün adeta evin içinde adeta küçük bir kıyamet yaşanmıştı. Devlet birazda olsa insaf etmiş, İstanbul’da iki günlük otel kiralamıştı. Nesibe kan ter içinde otele geldi. -Baba affet beni o şeref yoksunu herif meğer beni değil senin paranı seviyormuş. Beni terk edip gitti. -Ben böyle olacağını biliyordum! Sana kaç kere dedim vazgeç bu sevdadan diye HE! O zamanlar sen beni yoktan sayıyordun. Şimdide ben seni yoktan sayıyorum! -Ama babaa bırakma beni ben sensiz ne yaparım? Ne olu affet beni. Halit Bey kızının yüzüne dahi bakamdan gitti. Zeynep Hanım ortalığı yatıştırmaya çalıyor, kızına babasını onu affedeceğini söylüyordu. Nesibe dışarı çıktı ve kırık bir cam şişeyle bileğini keserek intihar etti. Ertesi gün cenaze namazından sonra eve haciz gelmesine ve bunlara kimin sebep olduğunu bulmak için bir araştırma yaptı. Halit Bey’i ihbar eden adamın hazineyi çıkartırken kiraladığı adam olduğunu öğrenen Halit Bey eldivenlerini taktı ve çakısını yanına aldı. Adamın evine girdi ve bıçağı adamın şah damarına dayadı. -Neden yaptın bunu? Sana payını vermedim mi hain? Şu halime bir bak kaybedecek karımdan başka hiçbir şeyim kalmadı. Senin yüzünden ailem dağıldı.

-Bak ben böyle olsun istemedim. Kızını takip etmesi için kiralattığın adam bendim. Kızının parayla yaptığı çirkinliklerden kurtulması için yardım etmek istedim. Her geçen gün günah bataklığına doğru çekiliyordu. Bu dünyada fakirde olsa öteki dünyada rahat yaşamanızı istedim. Belki farkında değildiniz ama para sizi çok bozmuştu. Vicdanım böyle yaşamanıza el vermedi.

Halit Bey sakinleşti. İçinden salâvat getirdi. “Galiba adam haklıydı para bizi çok bozmuştu.”diye düşündü. Adama tek kelam dahi etmeden oradan uzaklaştı. Mercedes’le, parayla, büyük hayallerle, mutlu ve üç kişi geldikleri İstanbul’dan otobüsle, beş parasız, hayal kırıklıklarıyla, yasta ve iki kişi ile dönüyorlardı...

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Abonelik Formu

  • instagram
  • twitter
  • youtube
  • generic-social-link

©2020, Muhammed Emin Akbaş tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page